top of page
Logo2_edited.jpg

EZEL'E ATIF -1-

  • Yazarın fotoğrafı: Siboş Bilir
    Siboş Bilir
  • 18 Şub
  • 3 dakikada okunur

Güncelleme tarihi: 21 Mar



EZEL’E ATIF

 

 

İNSANlara ilaç KENDİme hastayım...

 

 

Söz yoktu, kelime kayıp, cümle "sus"tu bir zamanlar. SES dahi henüz "VAR"a doğmamıştı ORAlarda..."BİRİCİK", TEK, HEP, HEM ve HER'di “KENDİLİK OKYANUS”unda.

O, ne şekilde, hangi vasıta ile olmuştu?

İşte bilinemeyenin bilinemez olunuşu bu soruyla bir VAK'A doğuruyordu.Harflerin bir araya gelmesiyle ANlam bulan kelimeciklerin CÜMLEye doğru seyri, bu vakanın açık edilmesini kolay kılacak bir yol oluşturuyordu.Gözünüzün değdiği bu yazın hikayesi; zihinden azade bir iletişim şekli olan “HAL DİLİ” ile yazılmış olup yazısız yazının, sözsüz sesin, "kimse"siz "kendi"nin demlenme sürecidir.TAT, dile göre değişir!


Yanak yaşı deyip geçme

Damlanın mahremiyeti dokunur maviye

Ses sözü giyip de göze değiverince

Yanak, yatak döşer o izsiz süzüntüye...


 

“Ezelalem” olarak bilinir burası. Yokların var olduğu “OL”durma atölyesi…

 

BİRİCİK, adı üstünde sadece BİR’di… Hem, hep, her olan TEK’ti.

Ne yana nazar eylese KENDİsiydi.

“OL” diyen,

“OL”an,

“OL”uş, O idi.

Hem SUS hem HAL hem VAR’dı.

Öyle bir var ki, DAİM dolu, boşluksuz…

AZAMET var, HAŞYET var, HAYRET var… Ne yalnızlık!

 

BİRİCİK, bir olmaktan başka bir şey olamazdı. Yaratan, yaratım ehli olduğu için yaratılmış olmanın anlamını ve sürecini hiçbir zaman tanıyamayacaktı. Bir TÜM’ün herhangi bir oluşum halini tanımaması onu eksik kılar, tamamlanmışlığını böler, bu da yaratım açısından olacak şey değildir. Bilmek başka bir haz, bildiğini yaşamak başka bir hazdır.

Yaratıcı, yaratanlık eylemselliğini yaşarken aynı anda yaratılmışlık eylemselliğini yaşayamayacaktı. Bu yüzdendir ki; VAR’lığını YOK’luğa SIRladı.

Öyle bir kanun OL’durdu ki; “OL”an “OL”mayı “OL”mayanda arayacaktı…

Yaratım gücünü AŞK’a bağladı ve KENDİ’nin ol gücünü AŞK ile HAYATlandırdı.

Ardından “SEVİ” maisini kaynak eyleyip bu işleyişe bir de bekçi görevlendirdi. YÜREK…

KENDİ emeği BALÇIK’a noksanlık hissiyatını kattı. Böylelikle, her daim Var’ın yetmezliğini yaşayacaktı “OL”an…

KENDİ’ni KENDİ’nde KENDİ’nce ARAYAN bir HAYATYAŞAR, bir “CAN”lı;

ALEM’den ADEM’e nehyolunmuş KENDİLİK RUHU ile İNS-AN “OL”du “O”; “BİRİCİK”

 

SÖZ’e…

Hakikat kelimesiyle tanımlayarak anlamlandırabildiğimiz o öte alemin mahiyetini meraktayız. Sözsüzlüğün hüküm sürdüğü bir yerde “söz” vermişiz. Öyle bellettiler bize!

Kim bilir, gerçekten de öyledir belki ama bendeki beyin, birkaç çelişkiyi çözümleyemiyor.

Neden doğduğumuzda sözsüzüz ve neden farklı dillere doğuyoruz?

Neden sözün birden fazla anlamları ile karşı karşıyayız ve neden sadece anladığımız kadarına ‘doğru’su bu diyoruz?

Neden anlamak zorundayız?

Madem içimde bir yerler o hakikate aşina, neden sus olmuş o hakikat can varıma?

Neden sürekli soru doğuruyorum ve neden bu soruları, cevap yatağında uyutmaya çalışıyorum?

 

Evet, bir atıfta bulunuyorum oldurulduğumu sandığım mahale çünkü eğer bir oluş hükmüyle geldiysem bu bedene, hakikati bilmek hakkım olmalı, can taşırlığım hükmünce…

Ezel kelimesi bile öğrenilmişlik beyanı iken bu söz mahkumiyeti altında hangi özgür iradeden, seçim hakkından söz edilebilir ki?

Kadim geçmişimi oluşturan homini yaşantılarda bu kelime yerine HUH ya da AUV gibi bir ses birliği kullanılmışta olabilir pekâlâ! Hatta şimdiden 100 yıl sonra HİSS diyebilir gariib ADEMcik… olur mu olur!..

 

Bugünkü gelişmişliğimiz doğrultusunda bu ‘sorundurum’a beşerî ilimler yandaşlığında bir dolu açıklamalar yapılabilir elbet; ancak benim beynim çok daha derin bir delikten bakıyor işte… Yapılabilecek her açıklama bir sonradan öğrenmişliğin ürünü olmayacak mı yine?

Hedef ASL olan HAL ise; bunun açıklaması, kurgucu bir mantık dizgesince düzenlenmiş ve içeriğinde bir tarafa yaslama meyli bulunan bir öğreti aracılığıyla sunulmamalıdır diyorum…

 

Şimdi bu ifademi okuyan gözlerin çoğunluğunun beyninde bir kırmızı alarm sistemi işleyecektir, biliyorum. Nerden mi? Kendi beynimin işleyişinden tabii ki!...

Sanki okuyucunun değerlerine dil uzatılmış gibi algılanmasının ardında bir bulduruculuk butonu gizlenmiş gibi görünüyor gözüme. Okuyanı, izleyeni, yola düşeni, seyredeni, arayışçıyı dürten bir buton bu!  Bir ikaz lambası duruşunda… biri, birinin ‘var’ını dürtüyor, dürtülen kendi doldurulmuşluğunu kusuveriyor. Muhteşem bir işleyiş başlıyor o AN’da ve ASL’ında…

 

İster düşünelim ister yazalım ister konuşalım hiç fark yaratmaz. Değil mi ki, SANDIĞImızı döktük ortaya, hemen bir iş ve oluş gerçekleşiyor evrensel bağ tarlasında. Hani yabancı diyoruz ya bizden olmayana, işte o durum öyle değil aslında; söz birlikleri kurulmuş ‘evvel’ ağında ve her bir hayatyaşar ayrı ayrı yakalanmakta bu ağın ‘öz-lem’ yemi kokusuna.

Tanış ve alışık olduğunu ‘kabul’ edebileceği bir otomatikleşmiş algı perdesi yerleştirilmiş zihin alanına. Kim, hangi sebeple yapmış bunu bilemem ama bildiğim bir şey var ki;

‘BEN’ bu derece bir kurguyla SIĞlaştırılabilecek bir ŞEY değil… Başka bir hal olmalı bu yaşanmışlığın ardında.

 

İşte böylesi bir bakışla ve ancak böylesi bir AN’latışla açık etmeye çalışıyorum İÇİM ve HİÇ’im sıkıntısını. SÖZ’üm BEN’den diğer BEN taşırlara böylesi akmakta, daha da başka bir yolu var ise BEN henüz bu yolu OKU’yamamakta!  

  

 

Söz (AKİD) den Söz (VAAT) e, Söz (BEYAN)’le…


Sürecek...

Comentarios


bottom of page