EZEL'E ATIF -5-
- Siboş Bilir
- 30 Tem
- 5 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 7 saat önce

Bir kütüphaneye girdiğini düşün. Oraya başvurma gerekçelerin bile o alanın kapısından giriş tarzını belirler. Genelde bireysel çıkarlarına yönelik bir ihtiyaç duyulmadan gidilmez ya kütüphaneye, hangi sebeple girersen gir içeriye, yönelişin aradığın başlıktaki kaynak aktarıcıların rafına doğru olacaktır. Kim ne demiş ne yazmış ne anlatmış ne örneklemiş ve belki de en önemlisi, kaç arayıcı hangi sıklıkta o kaynağa danışmış?
Arayışını senden bekleneni gerçekleştirmek şeklinde sürdürmen bile bütün raftan faydalanmanın önünde bir engeldir! Güvenlik bandını aşmış yazıcılardan birini seçip onun beyninin içine dokunmaya başlarsın. Niyetin bilgi edinmekse onun bildiğini alır ve kullanırsın. Niyetin öğrenmekse onun bildiğini öğrenirsin. Niyetin anlamaksa onun bildiğini anlarsın.
Bir kütüphaneye girdiğini düşün yine. Oraya gitme gerekçen içeride ne tür bilgiler olduğu, bu bilgilerin sahiplerinin kimler olduğu, hangi sıklıkta okunduğu, hangi durumlarda başvurulduğu ve özgün bir hayat duruşu içerip içermediği gibi senin canlılığını yansıtacak, net ve şeffaf bir kaynak arayışı olsun. Seçimini yapmak durumunda bile kalmazsın çünkü arayışının adını koyabildiğin an buluşun kolaylaşacaktır.
İlk kütüphanenin adı BAŞKALARI, ikincisinin adıysa KENDİ kütüphanesidir.
Başkalarının doldurduğu ve söze muhtaç yayınlarla kendi kaynağında ve his dokulu yayımlar arasında da bir ‘hakikat bağı’ kurulmuş. Hangisini seçersen onu OKU’yorsun işte. O ikincisinde sadece 1 kitap bulacaksın inan bana, onun adı da… HEPSİ kitabı! Ne bulunur ‘hepsi’nin içinde? Dilini sadece senin hissedebildiğin var olma seyrin ve hâlin! Tam bu noktada seninle bir sırrımı paylaşmak istiyorum: Kendi kütüphanemin tek kitabı olan ‘hepsi’ yayınını incelediğimde içinde HİÇ-BİR-ŞEY vardı.
Ezel gibi. Başı kayıp sonu meçhul, yoklukla dolulanmış bir boşluk.
Bir kabın dolu mu boş mu olduğunu neye göre değerlendirmemiz gerektiğinin bile öğretildiği bir yaşayışta, bu ‘hâl durumu’ idrak edebilmek çok zor oluyor önceleri. Bütün maharetin kendi sesini duyabilmekte saklı olduğunu anladım. Kulağını sana çevirdiğinde duyduğun o çokluk uğultusu, o alanda, senin iradi bağlamda bihaber olduğun bir yaşantının varlığına dikkat çekiyor. Kafan sana ağır geliyor ve hemen bir kaçma isteği oluşuyor. Ne zaman ki kaçtığının kendi kafan olduğunu gerçekten fark ediyorsun, o an sen sana boyun eğiveriyorsun. Eğdim ben de bana boynumu hem de düşürdüm burnumu. Bir delikten dikizlemekle başlayan yolcuğumu kulak dayama eylemiyle genişleterek, dürttüm ezelimde mayalanmış dedikodu huyumu. Madem ikilik çarkıyla inşa etmişler bu hayatlanma yolculuğunu, “Başkalarıyla niye uğraşayım ki?” dedim ve haklılık dişlisiyle çalıştırdım bu ‘ayrılarak birlenme’ oyununu.
Benim kafamın bir tası var ve o tasın içi beynimle dolu. Beynimin içi de bir kumanda merkezi gibi bedenî varımı canlı tutmak ve yönetmek amacıyla organize edilmiş işçiler güruhu! O işine hâkim ve tıkır tıkır çalışmakta. Hatta açık söyleyeyim ‘ben’i de hiç takmıyor.
SANDIKlarım varmış benim, benim sandığım. 20 yıl anlamaya çalışarak tükettiğim ömrüm çeyizleri işte. Kapağı yok, kulbu yok, kilidi yok sandığımın. Ha açıldı ha açılacak, anlak bekçisinin hükmünde ve cümle gözler üzerimde. Kendimi kendime mahrem kılmışlığımmış muhafazası meğer.
1 tane değil benim içimin içi, bir sürü hâlinde biriktirmişim O HİÇ'i. Boşum doldu şimdi ve inan ol, BEYAZ hiç bu kadar siyaha bürünmemişti!
Az bir adım yana kay be candaşım, aynı hadiseye sen de şahit olacaksın böylece. Bir fabrika, bir mutfak, bir ülke, bir uzman, bir beylik o beyin! Belki bir ilah bile diyebilirim aslında. Hem vücut hem göz hem kulak! Kendinden gayriyi almış karşısına, her an bir iş ve oluşta, KENDİ’ni gerçek kılmak adına. Bir hayatlanma hadisesi gerçekleşiyor orada, EZELÂLEM’de ve ELEST AN’ında inşa edilmiş HAKİKAT AYNASI yansımasında, ASL’ınca ve İNSANlığın CAN’ı aracılığıyla!
Bak candaşım, bu nokta çok önemli. Bunu yazan BEYİN, ‘BEN’in EL olmaktan BAŞKA bir fonksiyonu yok! KENDİm tarafından kullanılıyorum yani! BEN, KENDİ tarafından kullanılan BİR-ŞEY!
Bir ‘beyintaşır’ olduğum düşünülürse, beynini kullanmayı sever BEN! Kendimi kullanmayı severim de diyebilirim bu durumda. Diğer beyinlerle tanış olmayı da severim. Yazılmışı yazmam, söylenmişi sahiplenmem çünkü onlar BENimin olmaz o zaten!
Kendiliğinin sınırlarıyla tanışmaya cesaret edememiş beyinleri de anlarım çünkü kendiciğimin geride bıraktığıdır o hâl.
Kıvrım kıvrım uzantılarımın, büklüm büklüm saçaklanmalarına hayran kaldım. Düşüncelerim benden hızlı ve detaycı. Daha önce yaptıklarım az sonra yapacaklarıma referans noktası oluşturuyor. Artık ne “Biliyorum.” ne “İnanıyorum.” diyebiliyorum. Benden başkaların başkalıklarına da takılamıyorum çünkü adı üstünde BAŞKA onlar! KENDİ’nin BAŞKACA vecheleri! Beynim, beyinliğinin beyliğini sürerken ona yetişmeye çalışmak sonu olmayan bir labirentte kendi kuyruğunu kovalayan bir organizmayı anımsatıyor bana.
Bu ruh haliyle, aldım karşıma beni ve baktııııım, baktım. Ben benimle hoş muyum diye muhasebeye daldım. Gözümde yüzdüm, tenimi süzdüm. Hatıralarımın hatrına günümü ezerek, dünümü gezdim. Dişilimden sorguladım eril yanımı, erilimden yargıladım dişil hayatımı. Canımın an’ı küs olmuş ruhum yanına, ruhumun tamamı sus olmuş canan varlığıma. Ben bana yabancı, ben bize aç, ben dünyada garip. İkiliğim bile 'bir'imde buluşamazken, bakışımın nazarı kendi aynamı çatlatırken ve dışım içime bu kadar el iken, öbür 'cantaşır'la nasıl ‘an’laşırım?
Örtülü değil, örtünün ta kendisiyim ben. Acı esvabını doğarken giymişim tenime. Büyürken korku işlemişim tenim kıyafetime. Yaşarken kaygı pulları ile işleyip, memnuniyetsizlik nakışı ile bezemişim kendiciğimi. Parlayan taşlarım ödüllendirildiğimde yapıştırılan etiketlerim olmuş, görünmez olanlar ise suçlarım. Özel imalat bendeki örtü, göz değerse üstüne tül gibi dökülüverir ben dediğim can tenime...
Ne yaman yaşarlarım varmış inanamazsınız. ‘Ben ülkemin’ padişahı benim güya, benden başka ne ararsan var parsel parsel bölünmüş ekin tarlalarım içinde. Algım askerim, duygum kapı kulu, bilgim vezirim, amelim kendiciğim. İşte ülkemin hali; şimdi ben ne edeyim, bu fısıl bolluğunda hangi yanımı dinleyeyim?
Neymiş efendim; komşu ülkenin kralı, tebasına altın misali ‘huzur’ dağıtıyormuş, bu huzur da padişahının kaftanında göz boyuyormuş! Bizim üstümüzde bir çul, saltanatımıza yakışmıyormuş! Hem diğer ülkelerin padişahlarının ekinleri çuvalla huzur ediyormuş ta bizimkilerle kara kömür bile alınmıyormuş. Sırf bu yüzden, soğumuş kalb mahallesine ısı yayılamıyormuş. Bizim de az biraz da olsa hazinemizde "huzur eder" bulunsaymış, dallar budaklar yeşillenir, saçlar saçaklar çiçeklenirmiş... hıh!
"sen kendi kaynağında çalışmaktan üşenirken, diğer ülkelerin tarlalarına korkuluk yerleştirmekten vazgeçsen; gözünü elindekinden ötekine çevirmesen, ülken salah bulacak" demek geldi içimden de diyemedim işte!
Biz, "beyin ülke"mizin yegâne hükümdarları olarak henüz kendi ülke sınırlarımıza vakıf olmadan, kendi varlarımızı tanımadan, doğal kaynaklarımızı açığa çıkarmadan neden diğer ülkeleri araştırmaya kalkarız ki? Hadi keşfettik diyelim hangi hükümdar kendi ülkesinden vazgeçer de diğerine tebaa olur ki?
Evet, bu yol hem uzun hem ince. Sonsuzca olasılıklar arasında sadece adımlayarak ilerleyebildiğimiz; uzunun en kısası, incenin en kalını bu yol. Kulcanbaz, inanç adındaki denge çubuğu ile ömür sıratı üstünde ve ha düştüm ha düşcem gel-git'inde. Gariib’iz, hem de en yalnızından.
Siyah ile Beyaz’ı zıt öğrettiler bize. İyi ile Kötü’yü taraf kıldılar. Güzel ile Çirkin’i kıyasa dayattılar. Karanlık ile Aydınlık’ı hedef sundular. Doğru ile Yanlış’ı manamıza dokudular.
OLur ile Olmaz’ı "OL" emrinden ayırdılar da BİZ ile O arasına mesafe dahi koydular.
Oysa Hayat bir BİRLİK örgüsüydü, tüm VARları ile YOK olmamak adına CAN DANS’ını öğreten... Herkesin “ben” dediği bir yerde, “biz” olabilmek çok zor! Hele hele, her “ben”, benim gerçeğim “esas gerçektir” savunusunda tutucu davrandığında bu zorluk imkansızlığa dönüşüyor.
Tekilciliğe meydan tanımayan HAYAT’ıma sorduğum en önemli sorulardan biri şu!
Neden Âdem anlamaz/anlayamaz diğer ademi ve madem anlamayacak biri ötekini, neden yaratılmıştır bu AN-LAŞMA gereği?
Yaradılış hadisesinin peşine düşmeyen can'lar, bir sır arayıcısının serüvenini anlamayacaklardır. O'nun gözüne, kulağına değen her var'ın, O'nda yarattığı heyecana şaşıracaklardır. "Ne var işte sadece bir elma" diyecek, arayışçının definesini garipseyeceklerdir.
Algılar, duygular, düşünceler, söylemler, davranışlar, sanılar, yargılar, savlar, fikirler hatta zikirler. Hepsinin bir sebebi olmalı diyorum. Bir işe yaramalı düşünmek ve düşündüğünü konuşmak. Ancak KİM KİMİN NE işine yarıyor, tam bir muamma! Mükemmel olmadığını bilmek ağır mı? Bunu biliyor olmana rağmen öyleymiş gibi yapmak daha ağır olsa gerek!
VAR'ların bir iş ve oluş için VAR olması çok ANLAMlı geliyor ama bunun ANLAMı nedir acaba? Hatta, bu ANLAMsızlığın da bir ANLAMı olmalı diyorum.
AN'layabilen için AN'layamayan - AN'layamayan için AN'layabilen birbirine yasak meyva olacaktır. Bir yanın tatmak isteyecek diğer yanın "ya günahsa" diyecek. İNS'ü CAN bu ikilik üzere büyüyecek ve HAKİKATi HAK edecek! HAYAT elmadan başladı dostlar ve hala hayat ELMA'da! Yaşamaksa bir elma tadında, SADE’ce OKU'yucuya! AŞK değsin bunu AN'layana…
Sürecek...
Yorumlar