EZEL'E ATIF -3-
- Siboş Bilir
- 15 May
- 5 dakikada okunur
EZEL !
4 harf birliğinin ortaya çıkardığı bir kelime. Böyle bir kelimenin var oluşunun bir sebebi olmalıdan çıktım yoluma, her zamanki gibi. Nedenin sonuca olan mantıksal önceliği bakış deliğimdi. İşte karşımda, öyle, kendi gibi duruyordu EZEL, sırlı ve doğal.
Evet, ben ona bakıyordum ama sanki o da bana bakıyordu. En yalın haliyle, sadece bir kelimeyi muhatap almıştım kendiciğime. O da bu muhatabiyetteki samimiyetten olsa gerek beni kaale almıştı sanki… Önce bakıştık durduk, ölçüyorduk sanki birbirimizi. O benim aklımın içinde geziniyordu, zihin kütüphanemin alışkanlık koridorlarında kendi varına ilişkin bir anlam kancası arıyor gibiydi. Tutunabileceği bir dolu bilgi de mevcuttu aslında. Gerek dinsel doldurulmuşluğum gerek felsefi işlenmişliğim gerekse kültürel yüklenmişliğim, her biri bir durak oldu onun için. Değdi ve tutunamadan geçti gitti…
Ben mi anlam arıyordum, anlam mı beni arıyordu? Tuhaf bir ‘KAL’ hadisesi bu!
Kavramın sizin zihninizde kendi haliyle, olduğu gibiliğiyle gezinmesine izin vermek.
Anısal belleğimde orijinine dair bir yakışırlık bulmaya çalışıyor gibiydi. Ancak, duygularım aracılığıyla kayıt tutmaya alışmış zihnim, bu devasa labirentte suç-yasak-günah bentleriyle zorlaştırıyordu buluşmamızı.
“Olsun” dedik ikimiz de. Seyahati çekici ve vazgeçilmez kılan da bu bentler olabilirdi aslında. Bir de bize eşlik eden KORKU kokusu bulunuyordu kılavuzumuz olarak. Yılmadık ve bıkmadık.
İlk bakışta, “ne manası var işi yokuşa sürmenin, zaten bilinen bir şeyi bulmak zor değil ki!” bendine uğradık. Burada bir hayli oyalandık doğrusu. Yukarıda kullandığım cümleyi bile irdelemeye kalksam, ömürler yetmez bir gezinti halinden bahsediyorum. Mana- iş- yokuş-sürmek-bilinen-şey- bulmak-zor...gibi. Baktım kapılıyorum bu kelimelerin işgal ettiği kutsal ve mahrem alanımın cazibesine, durdurdum beni, kendime hayranlığımın şefkat tokadı ile. Bu atağımın sonucunda ‘EZEL’ gülümsedi gibi geldi bana. Sanıyorum açılmak için beklediği hamle bu idi. Ancak iradi benimi bu tokat hadisesinden dolayı hoşlukla ikna etmem gerekiyordu, daha da ilerleyebilmem için.
Günümüz teknolojisinde Hz. Google gibi bir kaynağımız var. Bence insanın beynini ele alması durumu bu, iki tuş ile hoooppp, bilgi gözünüzün önünde hem de çırılçıplak. Ne kolaylık! Hemen her şeyi anında öğreniveriyoruz. Fakat benim tuhaf beyinciğime bu olay da ters işte.
Severek kabullendiğim bir özelliğimdir, görünenin ardını deşelemek. Bu kelime ‘var’ kabul edilene ve geçerli kılınana değin birileri onu bir hayli incelemiş, irdelemiş. Din alimleri, filozoflar, ruh bilimciler, dil bilimciler, antropologlar vb. Hepsi de kendi bakış açıları doğrultusunda bir keşif yaşamışlar ve kelimeyi bir anlamla bezeyerek, onu çıplaklıktan kurtarmışlar. Öyle bir giyinme ki bu, o dört harf birliği bir anda bir karakter kazanmışlar. Kim hangi açısından ele almışsa ona göre bir tanım yapmış. Zaman içinde de tanımı yapanın diğerleri arasındaki kabul görürlüğüne göre “doğru” kabul edilmiş. Buna hiç itirazım yok, olamaz da. Ancak öncekinden sonra hayat bulmuş bir cantaşır olarak, benim varlığımla tam ilişkili bir durumsa yaşadığım; BEN SADECE KENDİMDEKİNİ BİLEBİLİRİM!..
Konu benim var edilişim, geldiğimin söylendiği yer, var kılınma biçimim ise ve bu “oluşumu” izaha yönelik bir açıklama ise bana sunulanı benim de bilmem gerekir. Yok yok, bilmem değil, hatırlamam gerekir. Hatırlıyor muyum? Hayır!..
O halde, hatırlamamı kolaylaştıracak yol ve yöntemlere ihtiyacım var demektir. Bizler bu yöntemleri de öncelerimizden aktarılanlar sayesinde belirliyoruz. Bilemediklerimizi, daha önceleri bilmez olup ta sonradan bir kanaldan, bir şekilde ‘bilme’ halini yaşayanların akıttıkları ile öğrenir oluyoruz.
Demek ki hangi çağda olursak olalım, hangi yaşta bulunursak bulunalım, herhangi bir kavram hakkında soru sormayı akıl ettiğimiz sürece, henüz yerini, yakışırını bulamamış bir noksanlık hissiyatı içine düşüyoruz. Akıl etmek dedim ya; işte bu noktada çok ilginç! Çünkü BEN, kendinde olmayan bir şeyi nasıl akıl etsin ki diye sormaktan da alamıyorum kendimi…
Bak, can okuyucu: sıkılma ben’den!..
O da böyle bir var ve belki de senin sorguç parçan!..
Üstelik daha kelimenin içine girmedik, unutma bakışır durumdayız hala!..
Bilen bildiğini mutlak doğru kabul ettiğinde, yenilenmeye kapanıyor anladığım kadarı ile. Hatta bir diğer sorguç parça, onun bilir olduğunu geliştirmek babında kendi bulmuşluğuyla temas etmeye yeltense, hemen kendine kaçarak bilgisinin esir edici özelliğini yaşıyor kanımca.
Ben bilmek istemiyorum, hiç de istemedim. Hatırlamak istiyorum. Varlığımla ilişkili hatırladığım her şey, sayılamayacak kadar çok deliğimi örgülüyor sanki. BEN, gözenekli bir ŞEY!.. O kadar çok boşluğu var ki; ne kadar doldurursan doldur, bir başka yerinden tekrar aralanıyor. Sünger gibi emişken. Bu yüzden, ur şeklini almış her bilgi varıma özel bir hassasiyetle yaklaşmaya özen gösteriyorum. Bir AN gelir de benime aktarılmış olanla, kaynağımda akmaya hazır olan arasında bir yabanlık hududu inşa edebilirim diye tetikteyim her daim.
Bu denli inceltilmiş bir seyir anı daha başka nasıl ifade edilebilirdi onu da bilmiyorum. Buraya kadar okumayı sürdürebilmişsen, senin de “bu zahmete ne gerek var? Şunu şöyle (…………….) anlatıverseydin ya!” demiş olma ihtimalin çok yüksek.
İşte tam bu noktada şu duruma dikkat çekmek istiyorum. Sendeki sana, bendeki de bana. Senin sendeki sana doğru yürüyüşünle benim yürüyüşüm arasında fark var ve o fark mutlaka olmalı zaten. Ben bu yürüyüşü çok yavaş, çok karışık, çok detaycı, çok bilmem ne şekilde gerçekleştiriyor olabilirim. Ancak bu seyrin her aşamasının tadını alıyorum, AN be AN. Bentlerim, duvarlarım, sınırlarım, tortularım, yüklerim, taşınırlarım, taşınmazlarım, alışkanlıklarım, bağımlılıklarım, tutkularım, tutunduklarım, bana ait olanlarım ve benimle hiç alakası olmayan yabancılarım! O kadar kalabalık ki bu BEN ÜLKEsi, ne yanıma dönsem iç yüzümü, hiç tanımadığım bir yanım karşılıyor yabanlığımı. Ben de bana misafir gibi oluyorum bazen. İşin belki de en hazin yanı, ayarım da SADEce KENDİM.
Kendim benime bir referans noktası olmuş. Ne kadar dağılsam da bende, kendim kendime getiriyor beni nihayetimde.
Kayboluş gibi olaylaşırken ben dehlizimde, ‘ışk’ oluveriyorum HİÇ mahalimde.
Ezel; ah o kendiliğine sırlanmış ‘hiç mahali’!
Bilenlerin bildirdiklerince tanımı; Başlangıcı olmayan, öncesizlik. Kim bilir, hangi nedenle böyle bir tanımlama yaptılar? Kim bilir, bu tanımlama aşamalarında neler yaşadılar? Hangi hallerle kavruldular ve ‘Kendilik Okyanusu’nun hangi anaforlarında savruldular?
Siz de mutlaka fark etmişsinizdir ki; aklım çizilmiş yollara teslim edemiyor kendini. Müslüman bir ülkede, İslam çatısı altında, dindar bir ailede yetişmiş olmakla birlikte, bana anlatıldığı kadarıyla yetinemeyen bir zihniyet taşıyorum. İç ayarıma yakın bir bilgi olursa peşine takılıp onun hakikatini arıyorum. Her konuda sonuca ulaşamıyorum tabii ancak bir kavramı konu edinip onun hakkında derinlerime daldığımda, ortaya çıkanlar ile muhteşem hazlı bir süreç yaşıyorum. Bu kelimeyi bu denli irdelememin ana sebeplerinden biri de kutsal kabul ettiğimiz kitabımızda Ezel kelimesinin geçmemesidir. Bazı ehiller, “O Evvel ve Ahir’dir” ifadesinde yer alan ‘Evvel’ kelimesini, yaratıcımız Allah’ın ezeli olduğu şeklinde açıklamayı yakışır bulmuşlar. Arayış zemininde bu cihette yerleştirdikleri kabul kaidesini ilimle güçlendirmişler ve sonralarına aktarmışlar. Ben de bu delikten baktığımda EZEL’ime, bir karşılık bulamadık birbirimizde.
Kelimeyle ilgili hangi kaynağa başvurduysam, okudukça, dinledikçe hakikatten başıma vurdum. Tamam, bilenler bir şeyler anlatıyorlar ancak hem yaratılışın has mekânı olarak tanıtıyorlar o alemi hem de bir öncesizlikten söz ediyorlar. Bir var’ın öncesi yok ise başlangıcı da yoktur ya hani, o halde bu EZEL’in sadece dört harf birliğinden öte bir şey olmadığı kanaatine vardım.
Vardım da! EZELim bu kanaatimden hiç hoşlanmamış olsa gerek ki; bu sayfalarda anlatamayacağım şekillerde, günlerimi ve gecelerimi istila etti. İnanır mısınız bilmem ama tam da bu dönemlerde televizyon dizisi ‘Ezel’ yayına girdi. İlk 1-2 bölümünü izlemeye başladım fakat gördüm ki, oradaki Ezel ile benim Ezelimin pek bağdaşır bir yanı yok! Terk ettim onu.
Tam takıntı halini almaya başlamıştı ki; kafa için gezintilerimin, düşün alanımda konuşlanmış kelimeler eşliğinde gerçekleştiğini gördüm. Tabii ya, anlam deryasına dalışlarımı çıplak yapmam gerekiyordu. Ben ise dalgıç elbisesi, paletler, tüpler, ipler gibi tüm emniyet malzemelerini kuşanmışım. Gülünç! Kendimde kendimle gezinirken kendimden korunuyorum, hakikatten gülünç! Güldüm ve soyuldum, öyle bakma, doğru yazdım!
Soyunmadım, soyuldum!..
Sürecek...
Comments